23 Eylül 2010 Perşembe

Merkez dövize el attı

Merkez Bankası (MB), TL ve yabancı para açısından zorunlu karşılık oranını TL'de 0.50 puan, yabancı para yükümlülüklerinde ise 1 puan artırdı.

18 Eylül 2010 Cumartesi

IMF'ye göre yoksulluğun çaresi büyüme


Uluslararası Para Fonu (IMF), dünyadaki açlık ve yoksullukla mücadelenin anahtarının ekonomik büyüme olduğunu açıkladı.

IMF, gelecek hafta Birleşmiş Milletler'de (BM) düzenlenecek liderler zirvesinden önce Milenyum Kalkınma Hedefleri'nin başarılması için tavsiyelerini açıkladı.

IMF'e göre, küresel açlık ve yoksulluğun 2015 yılına kadar azaltılmasında daha fazla ilerleme sağlanması için küresel ekonomide ve ticarette sürdürülebilir bir büyüme gerekiyor.

Küresel finansal krizin yoksulluk ve açlığı azaltma çabalarına zarar verdiği, ancak yoksul ülkelerde ekonomik büyümenin canlanmasının yine devinimi artırabileceğini belirten IMF, zengin ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere yatırımı desteklemesi gerektiğini bildirdi.

IMF, altyapının geliştirilmesi için Afrika'nın yılda 93 milyar dolara ihtiyacı olduğunu tahmin ediyor.

IMF, Milenyum Kalkınma Hedefleri'ne ulaşılması için doğru global ekonomik koşulların ortaya konulmuş olması gerektiğini ifade etti.

IMF Birinci Başkan Yardımcısı John Lipsky, daha sıkı bütçe koşullarına rağmen, zengin ülkelerin 2005'de "Afrika'ya yapılacak yardımların 2010 itibariyle iki katına çıkması" taahhüdünü tutmasına ihtiyaç olduğunu, böylece yoksul ülkelerin yollar, köprüler ve diğer altyapı yatırımları yapabileceğini kaydetti.

Zengin ülkelerden yoksul ülkelere yapılan yardım, 2008 yılından bu yana yılda 38 milyar dolar seviyesinde sabit olarak duruyor.

Öte yandan Lipsky, dünya liderlerine, küresel düzeyde ticaretin serbestleşmesini içeren ve iki yıl geciken Doha müzakerelerinin tamamlanması çağrısında da bulundu.

Zengin ülkeler ile gelişmekte olan ekonomiler, hangi yoksul ülkelerin pazarlarını açması gerektiği konusunda müzakerelerde anlaşma sağlayamıyor.

2 Eylül 2010 Perşembe

GÜÇ VE EKONOMİ 2023 TÜRKİYE STRATEJİSİ





            2023 yılı Türkiye için derin anlamlar taşımaktadır. Türkler bugüne kadar bağımsız devlet ve beylikler toplamında 100’ den fazla devlet örgütü kurmuştur.[1] Her ne kadar modern devletlerin çağı 16. Yüzyıldan sonra başlamış olsa da yapılanmalar devlet olarak kabul edilebilmektedir. Bu ayrım altında yatan neden düzen veya başka bir şekilde ifade edilmek istenirse devlet düzenin tahsil edilmesidir. Modern devlette sınırlardan geçiş serbestliği ortadan kalmış ve devlet sadece yönetim- güvenlik sarmalını değil üretim yani ekonomi alanına dahil olmuştur.[2] Bunun yanı sıra tarih boyunca yüzden fazla devlet kurduğumuz gerçeği aynı zamanda 99 (yani kurulan devlet sayısından bir eksik) devleti yıktığımız ve yıkmasına mani olmadığımız anlamına gelmektedir.

            Küresel tarih incelendiği zaman devlet oluşumlarının doğmasında, büyümesinde ve yıkılma sürecinde tercihlerin rasyonel ve benzer temellere dayandığı görülmektedir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde[3] belirttiği gibi temel fizyolojik ihtiyaçlar tatmin olmadan diğer ihtiyaçlara (güvenlik, ait olma, bağlanma, saygınlık ve kendini gerçekleştirme) geçilmesi imkansızdır. Bu teoriyi insan topluluklarına uyguladığımız zaman ise ortaya birincil ihtiyacın ekonomik artık oluşturmak olduğu gerçeğe çıkmaktadır. Yeme, içme ve barınma gibi temel ihtiyaçların karşılanmasından sonra ekonomik artık devletlerin yapı taşlarını oluşturmuştur. Gelişme ve büyüme zamanlarında ise devletler ekonomiyi değil politik sonrasında ekonomik en son ise siyasal çözümlerle problemlere yaklaşmıştır. Gerileme veya çöküş zamanlarında ise tam tersi bir uygulama ile ideolojik (siyasal), ekonomik ve en son ise politik tercihler göz önünde bulundurulmuştur. Bu kıstasları bir tablo ile açıklamak gerekirse:[4]

Aşamalar
Faktörler
Temel Problemler
Oluşum
Ekonomik
Politik
İdeolojik
Geçinme, artık, uzmanlaşma problemleri.
Genişleme
Politik
Ekonomik
İdeolojik
Otorite, güvenlik ve merkez ile çeper bölgeler arasında ki ilişki problemleri
Sınırlama
İdeolojik
Ekonomik
Politik
Siyasal ve askeri yapılar çözülmeye başladıkça ortaya çıkan ve emperyal sınırlar içerisinde ve ötesinde ruhani/ideolojik sadakat yaratma girişimlerine yol açan kimlik ve tutunma problemleri

            Yukarıda ki tabloyu mirasını aldığımız Osmanlı Devletine uyguladığımız zaman şu sonuçlara ulaşırız:[5]
Kurulum: Moğol tehdidinden uzak zayıf Bizans’a yakın verimli topraklar üzerindeki bir beylik öncelikle ekonomik artığı sağlama konusunda büyük bir avantaja sahipti. Bu avantajı siyasi ve askeri tehditlerden uzak bir coğrafyada olması kurulum sürecinde işini daha da kolaylaştırmıştı. Bunun yanı sıra Türk milletine has bir savaşçı geleneğin ve devlet kurma bilincinin faydaları, etkileri ve önemi ihmal edilmemelidir.

Genişleme: Ekonomik artığın sağlanmasından sonra ise yakın zayıf Bizans’ın topraklarına seferler düzenlenmiştir. Verdiği ekonomik rahatlık ve adaletli yönetim imajı şüphesiz politik problemlere çözümün temelini oluşturmaktaydı. Kendi milletinden veya dininden olmayan doğu Avrupa Osmanlı devletini bir kurtarıcı gözü ile bakmaktaydı.

Sınırlama-Çöküş: En güçlü hali şüphesiz düşmeye başlayacağı nokta olarak kabul edilmelidir. Kanuni Sultan Süleyman ile tüm rakiplerini sindirmiş olan devlet bu noktadan itibaren güç kaybetmeye ve dağılmaya doğru yol alamaya başlamıştır. Bunu ekonomik ve politik sorunlar ardı ardına patlak vermesi ise takip etmiştir. Neredeyse bütün devletlerin düştüğü temel problemleri görememe (ekonomik ve politik) hastalığına Osmanlı Devleti’de yakalanmış ve çözüm amaçlı ideolojik bir yaklaşımı kabul etmiştir. Bunu başta İslamcılık, Osmanlıcılık ve Turancılık resmi ruhani/ideolojik tercihlerde görmekteyiz.

            Osmanlı mirasından veya küllerinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti herkesin açık bir gözle görebildiği ekonomik problemleri birinci sıraya yerleştirmiştir. Şüphesiz Osmanlı’nın bunları çözememesinin sebebi devlet yönetiminde saklı olduğu kadar uluslararası çıkar (kapitülasyonlar ve imtiyaz içeren antlaşmalar) mekanizmalarıdır. Yeni Türkiye’ye Osmanlı’dan kalanları şu şekilde sıralayabiliriz:[6]

Cumhuriyetin devraldığı ekonomik yapı asırlardan beri değişmemişti. Nüfusun beşte dördü doğrudan, veya dolaylı olarak tarımla uğraşmaktaydı. Tarımda üretim çok ilkel yöntemlerle gerçekleşmekteydi. Köylüler, çoğunlukla, yetiştirdiklerini kendileri tüketiyordu. Tarımsal ürünlerin pazarlara ulaşmasını sağlayacak ulaşım kanallan mevcut olmadığı için tarım ürünlerinin diğer ürünlerle değişimi çok sınırlıydı. Bu nedenle şehirler gıda gereksinimlerini ancak civar bölgelerden karşılıyorlardı. Tren yolu az ve mevcut olanlar da kötü durumdaydı. Kara yollarının en iyisi dahi ancak kağnıların geçişine izin veriyordu.

Ekonomide iç ve dış ticaretin hemen hemen tamamı azınlıkların elinde bulunuyordu. Sınai üretim el sanatlarından ibaretti. Batılı ülkelerin bir taraftan elde ettikleri kapitülasyonlar, diğer taraftan empoze ettikleri serbest ticaret Anadolu'da sanayiin kurulmasını engellemiştir ve mevcut olanları da öldürmüştür. Türk halkının sınai ürün gereksinimleri ithal yoluyla karşılanıyordu. Bu ithalat ise fındık kuru üzüm, incir, tütün gibi sınırlı sayıda tarım ürünü ve halı gibi bir kaç el sanatı ürününün dış satımı ile karşılanıyordu. Türkiye'de İçişleri Bakanlığı'nın 1934 tarihli raporunda ekonomiye empoze edilen serbest ticaretin etkileri şu şekilde açıkça ortaya konulmaktadır:

"Gümrük kapıları ardına kadar açık tutulduğu dönemde Avrupa'dan ithal edilen ipekli kumaşlar Bilecik dutluklarının harap olmasına neden oldu. 1821'de 600 adet el tezgahına sahip bulunan Üsküdar'da 40 tezgah kaldı. Aynı şekilde 1812'de 3000 tezgah bulunan Tırnova'da tezgah adedi 1000'e indi. Mensucat (dokuma) sanayiinin çöküşü diğer sanayi dallarını da etkiledi. Memlekette sanayinin bir gün tekrar canlanacağı ümidi hemen hemen yok gibiydi."

Bütün bu olumsuz yapıya ek olarak Anadolu topraklan savaşlardan büyük hasar görmüştü. Tarım alanları İtalyan, Fransız ve Yunan istilası sonucunda, ve kurtuluş savaşında büyük hasar görmüştü. Lozan Anlaşmasından sonra Yunanistan ile Türkiye arasında yapılan nüfus değişimi Anadoluda bir çok el sanatı, sanayi ve ticaretin olumsuz bir şekilde etkilenmesine, hatta yok olmasına neden oldu. 1926 yılına kadar Türkiye'yi terk eden ve tüccar, esnaf ve zanaatkarlardan oluşan 1.3 milyon Yunanlıya karşılık Batı Trakya' dan gelen 400 bin Türk temelde çiftçiydi. Anadolu tarımı bunları ancak güçlükle absorbe edebildi.

            Bunun yanı sıra halkın hali perişan ve acınacak durumdaydı. Ülkenin savaşlardan sonra tükenmişliğinin kanıtını ise 11 Nisan 1917 New York Times gazetesi şöyle ortaya koyuyordu:[7] Köylerin %80’i sağlıksız şartlar altında yaşamaktadırlar. Halkın %14 sıtma, %9’u frengidir. Köylünün %72 bitlidir ve her an tifüse yakalanabilir. Evlerin %97’sinde uygun tuvalet ve benzeri kolaylıklar yoktur. Halkın okumaya oranı ise sadece %7’dir.

            Yukarıda sayılan ekonomik ve insani durum devletin çöküşünü politik olarak da resmetmektedir. Uzun süren savunma mantığının ve savaşların yıkıcı etkisinin en ağır hissedildiği topraklar şüphesiz Anadolu’dur. Bu gerçeklerin tamamen farkında olan Atatürk ve silah arkadaşları Lozan imzalanmadan önce İzmir İktisat Kongresini toplamış ve radikal kararlar almışlardır. Dönemin tercih ve beklentilerine uygun bu kararlar her ne kadar bazı yazarlar tarafından Lozan’a destek amaçlı gözükse de temelde ekonomik amaçları göz önünde bulundurmaktadır. Çünkü Lozan sonrasında ve Büyük Buhran yıllarında birincil tercih yeni kurulan devletlerde olduğu gibi ekonomi olmuştur. Ekonomik bağımsızlık ve artığın oluşturulamaması şüphesiz zayıf bir devlet, zayıf bir ordu ve zayıf bir devlet yönetimi anlamına gelecekti. Bu gerçeği başta Atatürk olmak üzere büyük şahsiyetler sözleri ile de ifade etmişlerdir. Ekonomik artığı oluşturmak ve daha da önemlisi ekonomik bağımsızlığı kazanmak için Yeni Türkiye aşağıdaki düzenlemeleri ve uygulamaları hayata geçirmiştir:

1923-1932 döneminde ekonomi politikası: özel girişime öncelik Cumhuriyetin ilk yılları, 1932'den sonra uygulamaya konulan "devletçilik" uygulamalarından farklı olarak özel girişime öncelik veren bir politika arayışı dönemidir. K.Boratav bu dönemin, devletin hiç bir şekilde ekonomiye müdahale etmediği gerçek anlamda "liberal" bir dönem olmadığına dikkati çekmektedir. Bu dönemde Devlet ekonomiye müdahale etmiştir. Bu müdahaleler, devletin bizzat kendisinin işletmediği tekelleri imtiyazlı şirketlere dağıtmaya, devlet ihaleleri yoluyla ve geniş teşviklerle özel sermaye birikimini hızlandırmaya yönelikti. Devletin bu dönemde ekonomideki varlığı Osmanlı İmparatorluğundan devralınan devlet tekelleri (tuz, petrol, benzin, barut ve patlayıcı maddeler tekelleri) ve fabrikalardan ibaret kalmıştır. 1915 yılında sayılan 22'yi bulan ve Osmanlı döneminde devlete ait olan bu fabrikalar, 1925 yılında kurulan Sanayi ve Maadin Bankası tarafından devralınmıştır. Devletin bu dönemde en önemli ekonomik faaliyeti demir yolları yapımıdır. 1930 yılında demiryolları Ankara'dan Sivas'a ulaştı. 1928 ve 1929 yıllarında Ankara-Ulukışla ve Mersin-Adana hatları yabancı şirketlerden satın alındı.[8]

Devletçilik Dönemi, Mayıs 1932 tarihinde Sovyetler Birliği ile $8 milyon tutarında faizsiz, 20 yıllık bir borçlanma anlaşması imzalandı. Bu, gelişmekte olan bir ülkeye verilen ilk borç örneğidir, ve bunu izleyen 25 yıl içinde başka borçlanmaya gidilmemiştir. Bu borç şeker fabrikaları ve Kayseri' de kurulacak olan dokuma fabrikaları için Sovyet malzemesi alımında kullanılacaktı. Planın proje yapımı ve finansmanını Sümerbank üstlenmişti. Beş yıllık plan ile yurt içinde üretilen ürünlerin işlenmesi öngörülmekteydi. Bu gruba giren üretim dalları pamuklu ve yünlü dokuma, gıda, şeker ve basit imalat endüstrileridir. Fakat Plan bunların ötesinde 6 alt sanayi grubunda toplanan ileri sanayi üretiminin de gerçekleştirilmesini hedeflemekteydi: kimya, kağıt-selüloz, madencilik, tekstil, seramik, demir-çelik. Planın öngördüğü fabrika sayısı 20, gerekli kaynak ise 45 milyon Türk lirası idi. Bunlardan ikisi dışında tamamı zamanından önce gerçekleştirilmiştir. Bu planın uygulanmasında özel bir ticari banka olarak kurulan İş Bankası da görev almış, şişe ve cam fabrikasının kurulması ve işletmesi görevi bu bankaya verilmiştir.[9]

            2010 tarihine gelene dek inişli çıkışlı büyüme rakamları, siyasi- ekonomik olaylar ve daha da önemlisi politik sorunlarla karşılaşıldı. Günümüzde her ne kadar bu politik sorunlar çözülmemiş gibi gözükse de demokratik ve ekonomik atılımlar ile temel dayanak noktaları çürütülmektedir. Adeta bir kabul değiştirmenin yaşandığı günümüzde bunun sancıları hissetmeyen toplumsal grup yok gibidir.

            Başta Kürt Açılımı ismi ile başlayan süreç zamanla isminin iticiliğini yok etmek adına Demokratik Açılım Süreci haline getirildi. Fakat ekonomik ve siyasal yapı bunu kaldıracak olgunluğa oluşmadığı için bir tıkanma veya duraklama dönemine girmiştir. Temel terör meselesini çözmek için atılması gereken adımlar aynen bir ülkenin kuruluş zamanlarında olduğu gibi sırası takip edilmelidir.

Bu sıra: ekonomik (halkın refah düzeyini artırma ve terörün finansman kaynaklarını kurutma), politik (darbe zamanlarında ve geçmişte uygulanan baskıcı politikaların terkedilmesi ile birlikte eşit, özgürlükçü ve tarafsız bir politik yapı oluşturma), ideolojik (ayrılıkçı düşüncelerin yeşermesine olanak sağlayan ırkçılık gibi ideolojiler yerine ülkenin geneline hitap eden birleştirici ve tarihsel bağları olan ideolojilerin yaygınlaştırılması) şeklinde olmalıdır.

            2023 Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yılıdır. Bunun yanı sıra her ne kadar mistik bir anlam ifade etse de Serdar Turgut’unda[10] ifade ettiği gibi Türklerin dünyaya ikinci kez hükmedeceği yıl olabilir.

            Bunun için izlenmesi gereken yol yukarıda izah edilmeye çalışılmıştır. Beyüme veya gelişme döneminde temel problemlerin neler olduğu ve nasıl çözülebileceği bu yazının konusu olmamakla birlikte kısaca ifade etmek gerekirse; merkezi otoritenin tam sağlanması için toplumsal grupların bağlılıklarının arttırılması ve bu başarılırken aynı zamanda demokratik ve özgürlükçü siyasi yapılanmanın sağlanmasıdır. Bunun yanı sıra ekonomik problemlerin çözülmesi (önem sırasına göre; tarım, sanayi ve hizmet) ile refahın ülke geneline yayılması gereklidir. Son olarak ideolojik görüşlerin ülkeyi ayrılıkçı veya bölücü kamplara ayırmasının engellenmesi ve tarihsel dayanağı olan bütünlüğün (birlikteliğin) sağlanmasına olanak tanıyan ideolojilerin STK’lar tarafından benimsenmesi ve benimsetilmesi.

            2023 vizyonuna uygun adımla ilerlemek için problemleri çözüm sıramız politik, ekonomik ve ideolojik olmalıdır. Güçlü bir devlet için bu gerekli ve daha güzel bir ifade ile zorunludur. Dikkat edilmesi gereken husus ise gerileme zamanlarında tercihlerin ideolojik, ekonomik ve politik değil tersine ekonomik, politik ve ideolojik sırayı takip etmesi gerekmektedir. Çünkü kuruluş devrinde bu sıra mevcut devletlerin toparlanmasına da olanak sağlayacaktır.

Hakan UZUN
2010


[2] Bknz:Nilgün Toker Kılınç: Modern Devletin İcrası olarak modernleşme (http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=153)
[4] Noel Cowen, Kürsel Tarih, Akyüz Yayın Grubu,2004.
[6] Prof Dr. Okan H. AKTAN, Atatürk'ün Ekonomi Politikası: Ulusal Bağımsızlık ve Ekonomik Bağımsızlık,  Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Cumhuriyetimizin75. Yılı Özel Sayısı

[7] Alıntı yeri: Tevfik Çavdar, Milli Mücadeleye Başlarken Sayılarla Durum ve Genel Görünüm II, sf, 19.
[8]    Boratav, K., Türkiye’de Devletçilik, Savaş Yayınları, Ankara (1982), sf.25
[9] Tokgöz, E., Türkiye’nin İktisadi Gelişim Tarihi, Hacettepe Üniversitesi, İ.İ.B.F, sf, 45-48.