29 Ağustos 2010 Pazar

Almanya'da fakirlik arttı

Almanya'nın fakirliği bir önceki yıla oranla arttığı bildirildi.

Wiesbaden kentindeki Federal İstatistik Dairesi tarafından yapılan açıklamada, fakirleşme tehdidi altındaki vatandaşların oranının geçen yıl, 2008 yılına oranla 0,2 puan artarak yüzde 14,6'ya yükseldiği belirtildi.

Almanya'nın batısındaki ve doğusundaki eyaletler arasında bu konuda büyük bir fark olduğuna da dikkat çekilen açıklamada, Berlin dahil olmak üzere ülkenin doğusundaki eyaletlerde her 5 kişiden biri fakirlik tehdidi altındayken, bunun batıdaki eyaletlerde yüzde 13 oranında olduğu kaydedildi.

Araştırmaya göre, ülkedeki ortalama gelir düzeyinin yüzde 60'ından daha az kazanan insanlar fakirlik tehdidi altında bulunuyor.

İstatistikçilerin hesaplamalarına göre bu sınır, tek başına yaşayan insanlar için 801 euro, 2 çocuklu bir aile için de bin 683 euro.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

John Maynard Keynes



Keynes Kimdir?
John Maynard Keynes (birinci baronu), 1883’ de Cambridge’ de doğdu. Öğrenimini Cambridge’ de, A. Marshall’ ın yönetimialtında yaptı, sonra iki yılını Indian (Hindistan) Office’ de geçirdi. İlk kitabı Indian Currency and Finance’ da (Hint Parası ve Maliyesi)(1913), Gold Exchange Standard’ ın işleyişini inceledi. Birinci Dünya Savaşı sırasında, İngiltere Hazine Bakanlığı danışmanlığı yaptı. 1919’ da bu görevden istifa etmesi yankılar uyandırdı. The Economic Consequences of the Peace (Barışın İktisadi Sonuçları) adlı kitabında Versailles Antlaşması’ nın iktisadi hükümlerini şiddetle eleştirdi. Daha sonraki yıllarda, bir çok kez ingiliz hükümetince de izlenen deflasyon siyasetini onaylamadığını belirtti ve aynı zamanda geleneksel iktisat kuramlarına karşı artan hoşnutsuzluğunu dile getirdi. Bu arada A Treatise on Probability (Olasılık Hesabı Üstüne Bir İnceleme)(1923), Winston Churcill’ i hicveden Economic Consequences of Winston Churcill (Winston Churcill’ in İktisadi Sonuçları)(1925), adlı yapıtlarını ve nihayet aykırı düşüncelerin bir bireşimini yapmaya çalıştığı Treatise on Money (Para Üzerine İnceleme)(1930) adlı büyük kitabını yayınladı.
The General Teory of Employment, Interest and Money (İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi)(1936) adlı yapıtında, İngiltere’ yi kasıp kavuran ve adeta sürekli bir duruma gelen işsizliğin kuramsal bir açıklamasını ve kapitalizmin yeni bir yorumuyla yeni bir iktasat kuramının temellerini ortaya koydu. Bu yapıtta, ilk kez istenç dışı sürekli bir işsizlik kavramını ortaya attı ve kendi görüşüne göre, tam istihdamı gerçekleştirmek için efektif talebi gerekli düzeye çıkarabilecek güce sahip tek kurum olan devletin sorumluluğu üzerinde ısrarla durdu. Yapıt, makroekonomik bir yaklaşıma göre dayanan iktisat politikasından beklenen role ışık tutan bir iktisat biliminin kurulmasında kesin bir aşamanın işareti oldu.
Keynes, Bretton Wood Konferansı’ nda İngiltere’ yi temsil etti (Temmuz 1944). Bu konferansta, ingiliz kuruluna başkanlık eden J.M. Keynes tarafından önerilen, geleceğe ilişkin bir uluslararası para sistemi planı. Bu plan, uluslarüstü bir bankanın kurulmasını öneriyordu. Bu uluslararası banka (Clearing Union) bütün merkez bankalarının hesaplarını yönetecek ve “bankor” adıyla oluşturacak bir dünya parası üzerinden krediler verecekti (Tıpkı bir merkez bankasının, ulusal düzeyde, merkez bankası parasını dolaşıma arz edip öteki sıradan bankaları denetlemesi gibi). Uluslararası değişimlerde ödemeler, değeri belli miktardaki altınla belirlenen, ama altına çevrilebilir olmayan bancor ile yapılacaktı. Bancor altına çevirebilir olmamakla birlikte, borçlu ülkeler borçlarını Clearing Union’ a altın satarak ödeyebileceklerdi. Bu sistemin, dövizler arası kambiyo piyasalarını ortadan kaldıracağı ve spekülatif hareketleri önleyeceği düşünülüyordu.
2. Keynes Öncesi İktisat Teorisi:
Klasik İktisat teorisini savunan iktisatçılar, ekonominin tam istihdam seviyesinde dengeye geleceğini ve tam istihdam seviyesinin ayrılmaşar olsa bile kendiliğinden harekete geçen otomatik bir düzenleme mekanizması ile ekonominin yeniden tam istihdam seviyesine ulaşılacağını savunuyorlardı. Öyleyse nasıl oluyordu ki 1929 Büyük Buhranı sonrası A.B.D.’ de işsiz sayısı 15 milyona ulaşmıştı. O yıllarda, görülmedik bir işsizlik bütün dünyayı kaplamıştı.
Klasik iktisat teorisi, lojik bütünlüğü içinde gerçekten ekonominin daima tam istihdam seviyesine ulaşacağını temin etmiş durumdadır. Klasik teorinin esasını, 3 temel prensibe dayanarak izah etmek mümkündür. Bu temel prensibler sırası ile Say Kanunu, Faiz Fleksibilitesi ve Ücret Fleksibilitesi teorisi’ dir.
2.1. Say Kanunu:
Say Kanunu Fransız iktisatçı J.B. Say tarafından formüle edilmiştir. Say Kanunu ekonomide aşırı üretim ve dolayısıyla işsizlik halinin bahis konusu olmayacağı idda etmektedir. Say Kanunu’ na göre her arz kendi talebini yaratır. Bu kanuna göre bir mal üretilmesinin sebebi bu malı satıp yerine ihtiyaçlarını giderecek başka bir mal almaktır. Sonuçta bir ekonomide imal edilen her mal, diğer için bir talep yaratacaktır. Say Kanunu her ne kadar trampa ekonomisi şartlarına uygun düşünülmekle beraber, bügünkü ekonomide ise mübadelelerin para ile yapılmakta olmasının sistemin esasında bir değişiklik yapmayacağı farzedilir. Teknik terimlerde ifade edersek, yekun arz daima yekun talep’ e eşit olacaktır. Klasikçilere göre ara sıra ekonomide görülen aşırı imalat ve stok artışları Say Kanunu’ nun geçerliliğini sarsmaz.
2.2. Faiz Fleksibilitesi:
Say Kanunu, elde edilen gelirin tamamen harcandığı inancına dayanır. Oysa elde edilen gelirin tamamı harcanmaz ve bir kısmı tasarruf edilirse ne olur? İşte klasikçiler bu sorunun cevabını faiz fleksibilitesi teorisi ile bertaraf edilmiştir. Klasikçilere göre harcanmayıp tasarruf edilen gelir parçası, faiz geliri elde etmek için yatırım yapan müteşebbüslere kiralanır. Böylece tüketim malları piyasasında harcanmayan gelir parçaları üretim malları piyasasında harcanmış olur. Yatırımların tassaruflara eşit olduğu noktada meydana gelen faiz haddini gösteriyor. Eğer yatırım, çeşitli sebeblerle artarsa, yukarıda izah edilen durumun aksi olacak, faiz haddinin üstüne çıkacak, fakat o noktada uzun müddet kalamayarak yine denge noktasına geri dönecektir. Çünkü faiz haddi yükselince yatırımlar azalacak, tasarruflar artacak ve denge yine faiz haddinde oluşacaktır.
2.3. Ücret Fleksibilitesi:
Klasikçilerin üçüncü temel prensibi ücret fleksibilitesidir. Ücret fleksibilitesinden kastedilen ücret haddinin, emek arz ve talebine bağlı olarak alçalıp yükselmesidir. Klasikçilere göre ücret haddi emek arz ve talebine bağlı olarak değişir. Emek arzı arttığı zaman ücretler düşer, emek arzı azaldığı zaman ücretler yükselir. Yine emek talebi arttığı zaman ücret haddi yükselir, emek talebi azaldığı zaman ücret haddi düşer. Kısaca ücretler de fleksibldir. Yani esnektir.
3. Keynes’ in Klasik Teoriye Olan Eleştirisi:
Keynes, klasik istihdam teorisinin şu iki prensibe dayandırıldığını düşünmektedir. Bu prensibler şunlardır:
1- Ücret , emeğin marjinal hasılasına eşittir. Yani bir işçinin ücreti, o işçi çalışmamış olsa idi kaybedilecek olan üretim miktarına eşittir.
2- Belli bir istihdam seviyesinde üretim faydası o istihdam hacminin marjinal zahmetine eşittir.
Klasik istihdam teorisine göre istihdam edilmiş kaynakların hacmi iki durum ile uygunluk halinde belirlenmiş bulunmaktadır. Bu prensiblerden birincisi bize işçilik talebinin eğrisi, ikincisi ise arz eğrisini verir ve istihdam hacmi marjinal üretim faydasının marjinal istihdamın zahmetine eşit olduğu noktada belirlenir. Bundan anladığımıza göre istihdamı arttırmanın dört yolu vardır:
A- Arazi işsizliğini azaltacak biçimde örgütlenmeyi ve öngörürlüğü iyileştirmek.
B- İşin marjinal zahmetinde bir azalma.
C- Ücret malları endüstrisinde emeğin marjinal maddi verimliliğinde bir artış.
D- Ücret malları fiyatlarına nazaran, öbür malların fiyatlarında bir artış.
Keynesin bu teorinin ikinci durumuna iki itirazı vardır. Birinci itiraz, işçinin fiili davranışı ile ilgilidir. Fiyatlardaki yükselme sebebi ile reel ücretlerde bir düşme nakdi ücret değişmemişken, hali hazır emek arzının fiyatlar yükselmeden önceki seviyesinin altına düşmesine, kaide olarak sebeb olamaz. İkinci itiraz ise reel ücret genel seviyesinin doğrudan doğruya ücret pazarlıkları tarafından tayin edildiği yolundaki faraziyi reddetmemizden doğmaktadır. Klasik teorinin şu üç prensibe dayandığını anlatır.
a) Reel ücret, cari istihdamın marjinal zahmetine eşittir.
b) Gerçek manada bir gayriiradi işsizlik yoktur.
c) Arz kendi talebini yaratır.
3. Keynes’ in Genel Teorisinin Özeti:
1- Teknik kaynaklardan ve değerlerden kurulu bir veride, N gelir istihdam hacmine bağlıdır.
2- D1 ile belirtilen bir topluluğun geliriyle para tutarı arasındaki ilinti, ki tüketim için harcanması beklenir, tüketim eğilimi diye adlandıracağımız eğilimin psikolojik ayırıcı niteliklerinden birine bağlıdır. Diğer değişle, her ne kadar tüketim eğilimi değişmezse de, tüketim toplam tutarına, yani N istihdam hacmine bağlıdır.
3- Girişimcilerin istihdama karar verdikleri işçilik miktarı, iki miktarın D tutarına bağlıdır. D1, toplumun tüketim için kazanması beklenen tutar ve D2 de yeni yatırıma ayrılması beklenen tutardır. D ise, daha önce adlandırdığımız gibi, efektif taleptir.
4- D1 + D2 = D = ? (N) ve bunda ? toplam arzın fonksiyonu bulunduğu- na ve yine § 2’ de gördüğümüz gibi, D1 tüketim eğilimine bağlı X (N) tarafından temsil edilen bir N fonksiyonu olduğuna göre, ? (N) – X (N) = D2 şeklinde sonçlanır.
5- Sonuç olarak, istihdam dengesi hacmi: a) ?, b toplam arzın fonksiyonuna b) X ve C tüketim eğilimine; c) D2 yatırım tutarına bağlıdır. İstihdam Genel Teorisi’ nin esası da işte budur.
6- N’ in her değeri için, ücret malları endüstrisinde bu değere tekabül eden bir emeğin marjinal etkinliği vardır ve reel ücreti tayin eden budur.
7- Bütün N değeri için D toplam talebinin ? (N) toplam arza eşit olduğunu ileri süren klasik teoriye göre istihdam hacmi, maksimum değerinin altındaki N değerinin her değeriyle farksız dengeliktedir. Şu halde girişimciler arasındaki rekabet oyunu bu maksimum değerdeki istihdam hacmine yönelir. Klasik teoriye göre yalnız bu noktada sağlam bir denge elde edilebilir.
8- İstihdam arttığı zaman, D1 artacak bu artışlar D’ deki artışlar kadar olmayacaktır. Çünkü gelirimiz arttığı zaman tüketim harcamalarımızda artacaktır. Fakat bu artış gelirdeki artış kadar fazla değildir. Bunun nedeni ise psikolojik faktörlerde bulunabilir.

ENERJİDEKİ DIŞA BAĞIMLILIK RİSKLERİ , ALINMASI GEREKEN ACİL YÖNTEMLER VE ENGELLER...!

TÜBİTAK-MAM Enerji Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Mustafa Tırıs, yaptığı açıklamada, kalkınmakta olan ülkeler arasında yer alan Türkiye'de artan nüfus, refah düzeyi ve sanayileşme gibi nedenlerle enerji kullanımının da hızla artırdığını belirtti.

Türkiye'nin elektrik enerjisi tüketiminin 2006 yılında brüt yüzde 8,6 artış ile 174,6 milyar kilovatsaat (kWh), 2007'de ise yüzde 8,8 artış ile 190 milyar kWh olarak gerçekleştiğini, net tüketim ise 2006'da 144,1 milyar kWh, 2007'de ise 155,1 milyar kWh olduğunu ifade eden Tırıs, 2006 yılında 99,7 milyon ton eşdeğer petrol (TEP) olarak gerçekleşen toplam enerji tüketiminin ancak yüzde 26'sının yerli kaynaklardan karşılanabildiğini bildirdi.

Türkiye'nin 2007 yılı sonu itibariyle toplam kurulu gücün 40 bin 835,7 megavat olduğunu dile getiren Tırıs, gerekli tedbirler alınmazsa 2020 yılında toplam enerji arzının ancak yüzde 20'sinin yerli üretimden karşılanabileceğine dikkati çekti.

Türkiye'de kişi başına enerji tüketiminin OECD ülkeleri ortalamasının yaklaşık beşte biri civarındayken (1,05 TEP/kişi), enerji yoğunluğunun OECED ortalamasının yaklaşık iki katı olduğunu anlatan Tırıs, verilerin Türkiye'nin enerjiyi hem az, hem de verimsiz kullandığını gösterdiğini öne sürdü.

Doğal Gaz tüketiminde de artış
Türkiye'nin dünya ispatlanmış petrol rezervlerinin yüzde 73'üne, gaz rezervlerinin yüzde 72'sine sahip bölgeler ile komşu olduğunu vurgulayan Tırıs, dünyanın artan enerji ihtiyacı ile birlikte Türkiye'nin enerji ihtiyacının da ekonomik gelişme ve refah düzeyine paralel olarak arttığını belirtti.

Tırıs, şunları söyledi: ''Bu aşamada Türkiye'nin toplam enerji talebinin yaklaşık yüzde 30'a yakın bir bölümü öz kaynaklardan karşılanırken, geriye kalan ise çeşitlendirilmiş ithalat portföyünden sağlanmaktadır. 2006 yılında 30 milyar metreküp mertebesine ulaşmış doğal gaz tüketimimizin, 2010 yılında 44 milyar metreküpe, 2015 yılında ise 54 milyar metreküpe çıkacağı tahmin ediliyor. Doğal gazda yüzde 97 oranında dışa bağımlı durumda olan Türkiye, bu talebini çeşitlendirilmiş ithalat portföyünden sağlamaktadır.''

Enerjide alınması gereken acil önlemler

Doç. Dr. Mustafa Tırıs, Türkiye'nin yıllık enerji tüketiminin yılda yaklaşık yüzde 7 arttığını, talepteki bu artışı karşılayabilmek için önümüzdeki 15 yılda mevcut enerji arzını artırma ve dağıtım şebekelerini geliştirme amacını taşıyan projeler için yaklaşık 125 milyar dolarlık kaynak ayrılması gerektiğini vurguladı.

Nükleer enerji konusunun Türkiye'de umut vaat eden yatırım alanı olduğunu dile getiren Tırıs, şöyle davam etti:
''Enerji kaynaklarını çeşitlendirmek ve ithal fosil yakıtlara duyduğu bağımlılığı azaltmak konusundaki çabalarının bir uzantısı olarak ülkemiz, önümüzdeki yıllarda üç nükleer enerji santrali inşa etmeyi planlamaktadır. Bunun yanında alternatif yenilenebilir enerji kaynakları için yapılacak yatırımların ve enerji verimliliği politikalarının acil olarak hayata geçirilmesi gerekmektedir.''

Tırıs, Türkiye'nin yenilenebilir enerji kaynakları açısından çok büyük fırsatlara sahip olduğunu, güneş, jeotermal, rüzgar enerjilerinin halen yeterince kullanılamayan, ancak kullanılması gündeme gelmiş kaynaklar olduğunu, biyokütle ve biyogaz potansiyeli için de aynı durumun söz konusu olduğunu kaydetti.

Engeller

Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının yaygınlaşmasında bazı engeller olduğunu söyleyen Tırıs, şöyle davam etti: ''Ucuz petrol, kömür ve doğal gaz gerek yatırımcının, gerekse kullanıcının kararını etkileyen en önemli engeldir. Enerji güvenliği, çevre, yerli kaynak olmaları gibi avantajların önündeki bu engelin gücünü azaltması ile birlikte yenilenebilir enerji kaynakları da bütün dünyada hızla üretilmeye başlanmıştır. Bürokrasi, yeterli teşvik olmaması, teknolojinin halen yeterince ucuz olmaması, kanun eksikliği gibi engellerin çok kısa bir sürede aşılabileceğini gördük, görmeye devam edeceğiz. Artan fosil yakıt maliyetlerinden kaçan dünyanın önünde iki seçenek kalıyor; nükleer enerji veya yenilenebilir enerji. Önümüzdeki dönemde ülkemiz için her ikisi de önem ve öncelikli olacaktır.''

Doğal Gazda tasarruf için
Prof. Dr. Tırıs, nihai tüketim sektörlerinde alınacak tedbirlerle enerji verimliliğinin arttırılması, yaklaşık yüzde 98'i ithal edilen doğal gaz tüketiminde çevrim, enerji sektörünün payının azaltılarak sanayi, bina ve hizmetler sektörlerinin paylarının arttırılması, çevrim, enerji sektöründe kojenerasyon uygulamalarının yaygınlaştırılması suretiyle çevrim verimliliğinin arttırılması gibi önlemlerle doğal gaz tüketiminde önemli miktarlarda tasarruf elde edilebileceğini kaydetti.

Ulusal enerji şirketlerinin kendi ve ülkenin geleceğine teknoloji geliştirerek kalıcı yatırım yapmaları gerektiğini de vurgulayan Tırıs, sektörün yeni çıkan Ar-Ge yasası ile artırılan devlet araştırma desteklerinden azami ölçüde faydalanması gerektiğini savundu.

Cumhuriyet

ENERJİ , DIŞA BAĞIMLILIK , ALTERNATİFLER VE GÖZ ARDI EDİLEN SİSTEMLER...!


Enerji Sektöründe Dışa Bağımlılık Yüzde 73 Düzeyinde
DEK-TMK artan ekonomik faaliyetleri ve nüfusa paralel olarak enerji tüketimindeki artışın yasal olarak düzene sokulmaması koşulu altında Türkiye’yi ekonomik olarak darboğaza sokacağını belirtti.
Türkiye’nin enerji ithalatının yılda 40 milyar doları geçtiğini vurgulayan DEK-TMK, yıllık ihracatın yaklaşık olarak yüzde 50’sine karşılık gelen enerji ithalatının olumsuz etkilerinin yalnızca ekonomik alanda değil, siyasi alanda da bağımsız hareket etme alanını sınırladığını vurguladı. DEK-TMK, Türkiye’nin kaynaklarından karşılanabilme oranının azalmış olduğuna dikkat çekilerek, dışa bağımlılığın yüzde 73 düzeyine ulaştığını kaydetti.
Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi’nin (DEK-TMK) Türkiye’de yapılan enerji harcamaları hakkında yaptığı açıklamada, ekonomik faaliyetlerin ve nüfusa paralel olarak enerji tüketiminin hızla arttığı belirtildi. 2009 yılı küresel kriz nedeniyle enerjinin tüm çeşitlerinde tüketimde azalma görülmüş olmasına rağmen 2010 ile 2011 ve gelecek diğer yıllarda da enerji tüketiminin yüzde 5’i aşacak oranda olmasını beklediklerini açıkladı. Açıklamada talep artışı’nın ekonomik faaliyetlerin de artışı anlamına gelmekle birlikte, Türkiye’nin kaynaklarından karşılanabilme oranının azalmış olduğuna dikkat çekilerek, “Dışa bağımlılığımız yüzde 73 düzeyine ulaşmıştır” denildi. DEK-TMK, özellikle petrol ve doğal gaz fiyatlarının yüksek olarak seyrettiği dönemlerde, Türkiye’nin enerji ithalatının yılda 40 milyar doları geçtiğini vurguladı. Açıklamada, yıllık ihracatımızın yaklaşık olarak yüzde 50’sine karşılık gelen enerji ithalatının olumsuz etkilerinin yalnızca ekonomik alanda değil, siyasi alanda da bağımsız hareket etme alanını sınırladığının altı çizildi. DEK-TMK, enerji tüketimimizin yerli kaynaklardan daha fazla karşılanarak, dışa bağımlılığın azalması yönünde atılacak adımlar için devlet bütçesinden daha fazla kaynak tahsis edilmesinin kaçınılmaz olduğunu vurguladı. Yapılacak kaynak tahsisinin Türkiye genelindeki var olan yüzde 16’lık kayıp-kaçak oranının giderilmesi için düşük verimli çalışan termik termallerin yenileme ve modernizasyonu için kullanılacağı bildirildi.

-ENERJİ FİYATLARI ULUSLARARASI REKABETÇİLİĞİ ÖLDÜRDÜ-

DEK-TMK yaptığı açıklamada, Türkiye´de enerji fiyatları´nın petrol, doğalgaz, kömür ve elektrikte bu kadar fazla olmasının sanayi üretiminde ve yurt dışı rekabetin sağlanmasında önemli bir etken olduğunu vurgularken, enerjinin, artan bir refah seviyesinin destekcisi olmaktan, vergi kaynağı olma yoluna gittiğine dikkat çekti.

-KİŞİ BAŞI TÜKETİLEN ENERJİ YOĞUNLUĞU ORTALAMANIN ÜSTÜNDE-

Açıklamada EİE İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre sanayide en az yüzde 15, binalarda yüzde 35 ve ulaşımda yüzde 15 tasarruf potansiyeli olduğunu ve tasarruflar toplamında yılda 4 milyar TL’ye denk geldiği vurgulanarak, kişi başına enerji tüketimi OECD ortalamasının yüzde 20’si iken gayri safi yurt içi hasıla başına tüketilen enerji yoğunluğunun, OECD ortalamasının 2 katı olduğu vurgulandı.

-TEŞVİK YOK-

Türkiye genelinde 48 bin MW yani 120 milyar kwh/yıl rüzgardan, 130 milyar kwh/yıl hidrolik ve 380 milyar kwh/yıl güneşten elektrik enerjisi üretilebilecek yenilenebilir kaynakların olduğuna dikkat çeken DEK-TMK, iletim sistemlerinin yetersizliği ve iletim sistemlerine teşvikin olmaması nedeniyle bu kaynaklardan yeterince yararlanılamadığını belirtti. Kaynaklara dayalı yatırımlar için yerli yatırımcılara teşvik desteğinin yanı sıra proje desteğinin de verilmesi ve bunların sisteme bağlantıları için gerekli tesislerin kamu eliyle yapılması gerektiğinin altı çizildi.

-YERLİ KAYNAK KULLANILAMIYOR-

Açıklamada yerli kaynakların hizmete alınışındaki zorlukları, dış krediyi sağlayan kuruluşların şartlarına göre yerli teçhizata ve yerli yakıt kullanımına bir fiyat avantajı sağlanmaması, bunların hizmete alınmasında karşılaşılan engellerin başında geldiği kaydedildi.

-POLİTİK SIKINTILAR HER YERDE-

Enerji sektörünü yöneten ETKB, EPDK, Özelleştirme İdaresi arasındaki görüş ayrılıklarının enerji yönetişini etkilediğini ve ortak bir politika tespitine engel olduğunu vurguladı. Yayımlanan Strateji Belgesi’ni buna örnek olarak gösteren DEK-TMK ayrıca, yaşanan çelişkiler, tüketicinin istismar edilip edilmediği konusunda sorgulamaları doğurmakta olduğuna dikkat çekti.



Cumhuriyet

27 Ağustos 2010 Cuma

Küresel Mali Kriz Röportajı- Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR

Bu röportaj:
Gazi Üniversitesi 
Endüstriyel Sanatlar Eğitim Fakültesi
YENİ NESİL İŞLETME DERGİSİ'nde yayınlanmıştır...


Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR
Röportajı Yapanlar: Hakan UZUN ve Ekrem ATASEVEN
Malumunuz aylardır krizin içindeyiz. Televizyonda veya gazetelerde her gün başka bir haber duyuyoruz kriz hakkında. Bu kriz nedir nasıldır gibi sorulara cevap bulmak için kalktık bölümümüzün bu konularda uzman olan Abdurrahman Hoca’nın kapısına gittik. Hocamızda bizi kırmadı ve yaklaşık bir saat boyunca kriz hakkında sorularımıza uzun ve güzel cevaplar verdi. Bizde dergimizin en güzel köşesi olacak bu röportajı dergiye ekledik. Tüm arkadaşlara yardımcı olması dileğiyle sizi sorular ve cevaplarla baş başa bırakıyoruz.
Hakan UZUN: Öncelikle sunduğunuz fırsat için teşekkür ederiz. Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Asıl ben size teşekkür ederim gençler böyle çalışmalar yaptığınız için. Ben Rize’nin Güneyce kasabası doğumluyum. 1981 yılında İstanbul Kadıköy Ticaret Lisesi’nden mezun oldum. Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi’nde yüksek öğretimimi tamamladım. Mesleki Eğitim Fakültesinde olmama rağmen İşletme eğitimi aldım. Yine Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Muhasebe Finansman Bölümü’nde master yaptım. Yüksek lisansımı tekrar İstanbul’a giderek İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladım.  1997 yılında yüksek lisansımı tamamladım ve 1998 yılında asistan olarak görevime başladım. 2000 yılından beri yardımcı doçent doktor olarak görevime devam ediyorum.
Ekrem ATASEVEN: 2008’nin sonlarında ortaya çıkan krizin sebebi sizce neydi? ABD’de ortaya çıkmasına rağmen neden dünyayı bu kadar etkiledi?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Aslında kriz 2008’nin sonuna doğru kesinleşiyor. Başlangıç tarihi ise 2008’in başlarındır ve bu zaman diliminde krizin işaretleri belirmeye başlıyor. 2008 haziran ayına doğru kriz kapımızdan içeri girmeden çok önce ekonomistler (işin uzmanları) borsada aşırı şişme var, emtia (ekonomide kullanılan mallar özellikle enerji malları ve sanayi malları) fiyatlarında artış, petrol doğalgaz gibi enerji hammaddelerinde artışlar ve piyasada ki çoğu belirti yanlış yönde gidildiğini gösteriyor dediler. İkiz kulelere saldırıdan sonra Irak işgaline kadar borsalarda büyük düşüşler yaşanıyor. İşgalden sonra ABD’nin o dönemki yönetimine yakın olan silah sanayisi devleri ve petrol devlerinin hükümet üzerinde ciddi güçleri var. Bununda etkisi ile Irak işgalinden önce petrol 25 dolardan başlayarak 2008 haziran ayına 150 dolar seviyesine yükseliyor. Enerji ihtiyacını petrol ağırlıklı karşılayan Türkiye gibi ülkeler için bu gerçekten büyük bir maliyet yükü demektir. Bu sorunların yanında ABD’de alttan alta gelişen bir mortage sorunu aslında krizi tetikleyen ana unsur olarak ortaya çıktı. Mortage krizinden sonra büyük bankaların ardı sıra batmasıyla büyük bir kriz dalgası dünyayı sardı. Mortage kısacası uzun vadeli emlak kredisidir. ABD bankları bu kredileri pütürsüzce dağıtmalarından dolayı ve krediyi alanların ödeyememelerinden dolayı bu kriz ortaya çıktı. Bankaların satışları parayı alıp satmak şeklinde olduğu için kredi kağıtları birden bire değersiz hale düştü. Yani alacakları kredileri sadece kağıt üzerinde kaldı ve geri dönüş yolları kapandı. Hedge fon dediğimiz bu krediler bankanın kasasında durmadı ve bunları başka firmalara sattılar. Bu şekilde çok el değiştirmesinden dolayı bankalarda başlayan kriz şirketlere sıçradı. Krize kadar sağlam görünen bu fonları alan şirketler karşılığında emlak-konut olduğu için bu fonları satın aldılar. Dünyayı etkilemesinin sebebi ise entegrasyondur. Artık ülkelerin mali piyasaları küreselleşme ile iç içe geçtiği için Türkiye’de olan bir kriz tüm dünyayı ve tersi şekilde dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen kriz Türkiye’yi etkiliyor. Yani Türkiye borsasının %66’sı yabancıların elinde olduğu için yabancı yatırımcılarda dünya şartlarına göre hareket ettikleri için etkiliyor. Bunla birlikte ülkemizin 200 milyar dolar borcu var. Bu borç yurt dışındaki yatırımcılardan alınan borçlar ve devletten, özel şirketten, menkul kıymetlerden gibi alacakları var. bununla birlikte deyim yerindeyse ABD öksürdüğü zaman dünya doğal olarak Türkiye nezle oluyor.
Hakan UZUN: Sistemin mantığında kriz vardır sizce krizi meşrulaştırmıyor mu? Aynı zamanda bu tezin sizce geçerliliği nedir?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Krizin önceden tahmin edilmesi o kadar zor bir şey değil. Dünyada binlerce ekonomist var. ABD’li ekonomi profesörü Krugman krizi önceden tahmin etti diye göklere çıkarıldı. Türkiye’de dahil dünyanın çoğu yerinden bunu dile getirenler oldu. Fakat Krugman bunu akademik tez olarak ciddi bir iş yapınca ve önceden de tanınan biri olduğu için bu derece ün yaptı. Örneğin ben bile fazla ilgim olmamasına rağmen krizin geleceğini önceden tahmin ettim. Çünkü  piyasa öyle bir duruma geldi ki üreticiler üretemez oldular girdi fiyatlarının yüksekliğinden dolayı. Eğer sistemin mantığında kriz mantığı vardır derken liberal- kapitalist sistemi kastediyorsanız doğrudur ve zaman zaman kriz olması olağandır. Ama bence bu derece büyük bir krizi yaşamamız gerekmiyordu. Yatırımcılar bankacılar kısacası büyük oyuncular bu derece hırslı olmasalardı krizin boyutları bu seviyede olmazdı. Sistemde itiyor ama liberal sistemi kontrol eden bir sistem de yok. Örneğin dünyada 80 milyon ton petrol üretiliyor ve tüketimde 80 milyon tonken fiyatlar yükseliyor. Neden? Çünkü bu hedge fonlar dediğimiz sanal alım satımlar yapılıyor ve 80 milyon üretim yapılırken 400 milyon tonluk işlem yapılıyor. Bunun yanında piyasaya fazla para enjekte edildi. Krizde de aynı mantık devreye sokuldu. Atlatmak için piyasaya sıcak para sürüldü, faizler dibe vurdu ve buda enflasyona neden olabilir.
Ekrem ATASEVEN: Krizin asıl sebebinin “iş-çalışma ahlakının yitirilmesi” diyen çoğu yazar var. Sizce bu doğru bir düşünce mi?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Bu görüşe katılmamak elde değil. Çünkü krizin asıl sebebi bu derece hırslı olmasalardı bu büyüklükte bir kriz olmazdı. Mesela ben 2002’de tez çalışması yaparken örnek olay olarak İrlanda’yı seçmiştim. Kuzey İrlanda yabancı yatırımı çekmede örnek ülkeydi. Bununla birlikte AB üyesi olan Romanya, Yunanistan gibi Balkan ülkelerinde işler iyi gidiyordu. Fakat krizden sonra ilk iflas eden ülke İrlanda (1,2 trilyon dolar borcu var GSMH ise 500 milyar dolar) oldu, sonrasında Romanya ve şimdi de Yunanistan ki AB ülkeleri kurtarma çareleri arıyor. Kısacası bu kadar hırslı olunmasaydı krizin boyutları bu seviyeye ulaşmazdı. Şişmeler olurdu ama sistem bunu egale edebilir veya optimum seviyeye getirebilirdi. Bundan önceki krizlere baktığımız zaman bu derece yaygın değildir. Ya bölgesel krizler olmuş mesela Rusya krizi (bizi az etkiledi) ya da gelişmekte olan ülkelerde (mesela Uzakdoğu krizinde Malezya, Endonezya çok etkilendi) olur. Genel kabul gören krizin üç çeyrekte biteceğidir. Yani bir kriz bir yıl sürmez ama içinde bulunduğumuz kriz altıcı çeyreği devirdi hala dibi görünmedi. Ne zaman biteceği hala blinmiyor.
Ekrem ATASEVEN: Açıklanan bazı verilere göre krizden çıkış başladı diye haberler yapılıyor. Fakat yeni dalgalanmalar yaşayabiliyoruz. Örneğin yakın zamanda Dubai’den kaynaklanan bir dalga atlatıldı. Kısacası kriz sürüyor mu? Sürüyorsa ne zaman kadar devam eder?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Krizin tahminini yapmam imkansız. Fakat çıkıştan emareleri (belirtileri) var ama tam olarak süreç başladı demek için çok erken. Nasıl enflasyonun yüksek olduğu zamanlarda düşmeye başlarsa düzelme var diyorsak aynı şekilde geçen yıl ki %15’lere varan ekonomik daralmadan %5 civarına düştüysek bu iyi bir gösterge oluyor. Bizde ki bu gelişmenin sebebi ise ihracata dayalı bir ekonomiye sahip olduğumuz için ve dışarıya mal sattığımızdan dolayı satabiliyorsak alanlarda düzelme var demektir. Kriz hala sürüyor çünkü hala insanlar işlerini kaybetmeye devam ediyor ki bu önemli bir göstergedir. Piyasaya o kadar para enjekte edilmesine rağmen haklın güveni tam sağlanamadı ve bundan dolayı alış veriş yapılmıyor. Dubai olayında ise çeşitli söylentiler ve bundan dolayı komplo teorileri üretiliyor. Mesela bunlardan en çok rağbet göreni bilerek yapıldığı, sebebi ise Dubai sermayesinin arkasında %40 dolayında İran sermeyesinin olması ve bu sermayeyi sıkıştırmak istemişler. İran sıcak parasını uluslararası sisteme bu yolla aktarılıyor deniliyor. Bence işin aslı böyle değil. Dubai inşaat var. Bu inşaatların bir kısmı yapılıyor %30 civarı karla başkasına satılıyor aynı şekilde diğerleri de böyle al-sat yapıyorlar. Bunun sonunun gözükmemesinin sebebi ise Dubai’nin Hon Kong yerine geçeceği ve bir finans merkezi olacağının söylenmesi. Gün gelecek orada 1 metrekare yer bulamayacaksın. İşte bu mantıkla devam edildiği için bu derece şişkin bir piyasa oluştu. Şimdiye kadar nasıl etkilemediği ise ayrı bir araştırma konusu. Bunun sebebi Petro-dolarlardaki azalma olabilir. Kısa süren bu krizden çıkmasının sebebi ise Arap Emirliklerinin borç ödeme garantisi vermesi olmuştur. Uluslar arası piyasa da sözlerin ne kadar önemli olduğuna güzel bir örnek. Dubai’nin bu derece bir sıkıntıya düşmesinin diğer bir sebebi ise hesapsız harcamaları olmuştur. Rusya’da da aynı durum meydana gelmiştir. 2009’un bütçesini hesaplarken petrol 150 dolar olmasına rağmen 110 dolardan hesapladırlar ve 50 dolara düşünce 2008’in yazında girdiği Gürcistan’dan hemen geri çekilmek zorunda kaldı.  Hatta Rusya’dan bize daha az turist geldi. Çünkü savaşı finanse edecek kaynağı yoktu ve aynı zamanda masraflarını kısması gerekiyordu. Dubai’nin yatırımları inşaata yönelik olmaktadır. İnşaata yapılan yatırımlar ise bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde prim yapmaktadır. Gelişmiş ülkelerde bir gider olmasına karşın gelişmekte olan ülkeler için bir yatırım aracıdır. Çünkü evi satmak için değil yaşamak için alırız ve zaman geçtikçe eskimesinden dolayı değeri düşer.
Hakan UZUN: Krizin Türkiye’ye etkileri sizce ne boyutta oldu? Teğet geçti sözü ne kadar gerçekçi?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Bu söz söylendiği zaman teğet geçmemişti. Aynı zamanda bu kriz başta diğer krizler gibi çabuk atlatılacak sanıldı. İşsizlik oranından bakarsak %9’lardan %14-15 seviyesine yükseldi. Tarımdan kopuşlar devam etmekte bu da işsizliği tetiklemekte. Her şeye rağmen krizin dünyada en az etkilediği ülkelerden biri Türkiye’dir. Çünkü Türkiye krize açık bir ülke ve diğer gelişmekte olan ülkelerdeki petrol gibi emtia mallarına sahip değil. Bizim kategorimizde Brezilya, Rusya, Meksika, Arjantin, Endonezya ve Uzak Doğu ülkeleri var ve bu ülkelerden Rusya, Meksika ve Brezilya müthiş doğal kaynaklara (emtia) sahip. Bizim bor madenlerimiz var diye konuşuyoruz ama krizde borun ihracatı çok düştü. Biz ise ihracata dayalı bir ekonomiye sahip olduğumuz için böyle bir kriz ortamında satış yapamıyoruz ve satın da almıyoruz. Bu yüzden dış açığımız bu derece az. Bizi kurtaran Ortadoğu’ya ve sonrasında Afrika’ya yapılan ekonomik açılımlardır. Bizi bu açılımlar ve Irak kurtardı. Savaştan sonra Irak’a müthiş mal satmaya başladık. Çünkü biz önceden büyük satışı AB ülkelerine yapıyorduk. Bu ülkelerdeki sorun direk olarak bize yansıyordu. Krizin fazla etkilememesinin diğer sebebi ise 2001 krizinin zayıf bankaları elemesiydi. Hatta BDDK başkanı daha krizin etkileri hissedilmeden bankalara temettü dağıtmamaları için uyarıda bulundu. Krizin ağırlığının hissedildiği zamanlar Rusya’da hatta Fransa gibi AB üyesi olan bir ülkede borsalar düşmesin diye kapatıldı ama Türkiye gibi bir ülkede kapatılmadı.  Eğer Türkiye’de bankanın biri zor durumda diye şöyle bir söylenti çıksaydı olacaklar korkunç boyutlara ulaşabilirdi. Bunun yanında devletin verdiği yüksek faizden dolayı bankalar yurtdışından değerli kağıt alamadı tüm parasını devlete yatırdı. Tersi bir durum olsaydı değerli kağıtlar çöpe dönüşecek buda bizi büyük bir krizin içine sokacaktı. İhracat açılımları etkileri belirli seviyede tutsa da ekonomide bozulmalar oldu. Öreğin, bütçe açığı 10 milyar dolardan 60 milyar dolara çıktı. Bu bozulmalar normal. Çünkü bizim ülkemiz gelişmekte olan bir ülke. Yeni AB’ye giren ülkelerin durumu bizden kat kat kötü. Son olay ise Yunanistan’ın GSMH’nin üstünde borcu var ve AB bu ülkeyi kurtarmaya çalışıyor. Türkiye’nin GSMH içindeki borç oranı %60 seviyelerindedir. Bu gibi ortamda gerçekten güzel ve optimum seviye diyebileceğimiz bir oran. Krizde şu an reel sektör beklemede. Çünkü mali sektör yani bankacılık sektörü biraz da olsun kurtarılmasına rağmen mali sektörün etkilenmesi direk olarak reel sektörü (üretim) etkileyeceği için kriz belki de bekleme aşamasında. Reel sektörde bu riski birleşmeler, satın almalar ile azaltmaya çalışıyor.
Ekrem ATASEVEN: Bu kiriz bir finans krizi olmasına rağmen neden Türk bankalarını etkilemedi? Aksine neden Türk bankaları altın çağını yaşıyor?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Aslında tam olarak altın çağını yaşamadı. Örneğin; ABD’de geçen yıl %0,4 faiz oranı olmasına rağmen Türkiye de %12 civarındaydı. Şimdi Türkiye’de bankalar devleti finanse ediyorlar ve iyi para kazanıyorlar risksiz.  Türk bankaları riske girmeden iş yaptıkları için iki taraftan kar ettiler. Hem ellerinde toksit kağıt yoktu buradan bir kar elde ettiler hem de devlete yüksek faizden borç vererek garanti para elde ettiler.
Hakan UZUN: Uluslar arası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Türkiye’nin kredi notunu iki baz birden arttırdı. Bunun avantajları ne olabilir?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Yunanistan’ın ve diğer bazı ülkelerin kredi notları düşürüldü. Kriz dolayısıyla ise Türkiye’nin durağana çevrilen kredi notları vardı ve beklenen bir durumdu. B+’ya çıkarılması beklenmeyen bir attırtmaydı. Çünkü iki baz birden arttırıldı ve böyle bir ortamda doping etkisi yaptı. Bunun siyasi yönü olabilir. ABD’ye gideceğimiz için bir artırıma gidilmiş olabilir. Çünkü küresel bir ekonomi var ABD’nin sözü dinleniyor. Türkiye’de şuan siyasi bir kriz var ama ekonomimizi etkilemiyor. Önceden olsa yer yerinden oynardı ekonomide. Çünkü artık uluslar arası yatırımcılar var ve ülke içindeki siyasi olaylarla pek fazla ilgilenmiyorlar. Kredi notunun iki baz birden arttırılması hem yatırımcılara bir güven unsuru sağladı hem de devletin borç bulma maliyetini azalttı. Çünkü, bizim gibi dış açık veren ülkeler açığını borç ile kapatmak zorundalar ve bu da faiz giderleri şeklinde kendini gösteriyor. Bu not yükseltimi ile hem kredi bulmak kolay hem de kredinin faiz oranları düşük olacaktır. Böylece devlet faiz giderlerini azaltarak kaynak çıkmasını engelleyecektir. Bununla birlikte Türkiye yabancı sermaye bekleyen bir ülke olduğu için etkisi büyük olacaktır. Notun yükseltilmesi bir eğilimi gösterir. Durağan olan notta düşüşte olabilir yükselişte. Fakat yükselen bir not yükseliş meyilli bir hareketlenmeyi gösterir. Dubai krizinden sonra Ortadoğu sermayesinin İstanbul’a çekilmesi tartışılıyor. Böylece İstanbul’un AB ile Ortadoğu arasında bir köprü olması planlanıyor.
Ekrem ATASEVEN: Bu kriz ortamında işletmelere finans konusunda tavsiyeleriniz nelerdir? Sizce finansman ihtiyaçlarını nasıl karşılamalılar.
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Kriz ortamı ile işletmelerin para bulmalarını yani finansman ihtiyaçlarını karşılamalarını pek bağdaştırmamalıyız. Çünkü, Türkiye gibi sermaye piyasası pek gelişmemiş ülkelerde finans büyük bir sorundur. İkincisi Türkiye’de halk tasarruf etmiyor. Bundan dolayı işletmeler finansman ihtiyacını yurtdışından gideriyor. Yaklaşık 200 milyar dolarlık dış borcun 80 milyar doları devletin 120 milyar doları özel sektörün. Bu gerçekten çok eski bir problem ve devam da edecektir. KOBİ’ler öncelikle varlık sahibi  olmaktan vazgeçmeliler. Yani iki kuruş kazandıktan sonra evi, arabayı, arsayı arttırmaya çalışmamalıdır. İşletme sermayesi lazım olduğu zaman bankaya gidip kredi alıyor ama 500 bin liralık evde oturuyor. Dikkat edin büyük şirketlerin hiçbir ferdini barlarda göremezsiniz. Avrupa’da işler bunun tam tersi şekilde yürür. Ama bizim KOBİ’ler sermeye sahibi olmadan varlık sahibi oldukların en ufak krizden çok etkileniyor işletme sermayesi bulamıyor. Bundan dolayı işletmeler üretim veya satıştan değil finans giderlerinden batan çok şirket var. Çünkü hala girdi maliyetleri ve işçilik çok ucuz. Hala işletmeler riskli olduğu için uzun vadeli tahvil çıkamıyorlar işletmeler. Bankalar kredi içinde çok büyük teminatlar istiyor. Örneğin, bir fabrikanın normal şartlarda değeri 10 milyon lira iken kriz ortamında bankalar 2 milyon liraya ipotek ederim diyorlar. Türkiye’de küçük tasarruflar piyasaya inmiyor. Yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre yastık altı dediğimiz birikimlerin 192 milyar dolar olduğu saptanmış. Sisteme bunun üçte ikisi girse rahatlık sağlanır. Bununla birlikte büyük sermaye sahiplerinin yurtdışına büyük para aktarımı var. Devletin 160 milyar dolarlık borcunun yaklaşık 60 milyar dolarlık kısmının bu paralardan olduğu söyleniyor. Yurtdışında kurulan paravan şirketlerle devlete borç veriyorlar ve vergiden kaçıyorlar. Bununla birlikte Türk insanı yatırım yapmayı bilmiyor. Yatırım konusunda daha yirmi yıllık bir geçmişe sahibiz.  En çok kullandığımız yatırım araçları ise döviz, altın ve fonlardır. Türkiye’de sermaye bulmak pahalı olduğu için işletmeler ayaklarını yorganına göre uzatmaya mecburlar.
Hakan UZUN: Hayata atılmamıza bir adım kalan biz üniversite öğrencilerine tavsiyelerinin nelerdir? Sizce öğrencilik dışında yönelebileceğimiz alanlar hangileri?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Ben burada asistan olarak görev aldığım zaman yaptığım bir araştırmaya göre işletme mezunlarının %16’sı MEB görev alıyor ve %80’ninin özel sektörde görev alıyordu. Tabi o zamanlar muhasebe işinde görev alabiliyorduk ki çoğu arkadaşım o işi yaptılar. Sonrasında öğretmenlik cazip hale geldi ve çoğu kişi direk öğretmen oldular. Şimdi ise öğretmen olmak çok zor. Bunun yerine öğrenciler en iyisi firmalarda insan kaynakları yöneticisi olmaya yönelmelidirler. . Başvurdukları yerlerde hem işletme hem de eğitim yönü olduğunu açık bir dille ifade ederlerse iş bulmaları kolaylaşır. Yani kısacası üniversite mezunu olduğunuz için iş görüşmesinde kendinizi pazarlamayı bileceksiniz. Ne iş yaparsın diye sorulduğu zaman şu işte uzmanım, yabancı dilim var, sertifikalarım var diyebilmelisiniz. Sizin artık daha donanımlı ve bilgili olmanız gerekiyor. Diğer bir iş fırsat ise dış ticaret alanında uzmanlaşmak. Biliyorsunuz Türkiye’de işletmelerin %99 KOBİ ve bu işletmeler ihracat yapmayı tam olarak bilmiyorlar. Bununla ilgili kurslar veriliyor be biraz pahalı olmasına rağmen sizin çok işinize yarar. Sermaye piyasasında ise lisanslama sınavları var. Zor olmasına rağmen hem iş garantisi açısından hem de maddi konuda çok avantajlıdır. Öğretmenliğin dışında farklı bir yöne yönelmek zor ama hem imkansız değil hem de getirisi daha yüksek. Ders eksiği ve deneyim eksikliği sorunlarını aşabilirsiniz. Üniversitede her şeyi derslerde öğreneceğim diye beklemeyin. Burada sadece size dersin genel hatları verilir ve siz kendi kendinizi geliştirmelisiniz.
Ekrem ATASEVEN: Türkiye tarihinde en büyük kriz ne zaman oldu?
Yrd. Doç. Dr. Abdurrahman OKUR:
Şimdi 1929 krizi tüm dünyayı etkiledi ve bizi de yoğun bir şekilde etkilemedi. Çünkü ekonomik olarak zaten hastayız ve hasta olduğumuz içinde diğer hastalıklar bizi fazla etkilemiyor. Bununla birlikte o zaman tam olarak ekonomi yoktu. Özellikle 1970’li yılların sonunda siyasi dalgalanmalar krizleri peşinde getirdi.  1977 yılında Demirel bu millet 70 sente muhtaç dedi. Çünkü büyük bir ekonomik kriz var. İşte o zamanlarda margarin yok, petrol yok, yağ yok, doğal gaz yok ve uzun kuyruklar var. Krizler o zamanlar büyük bir ekonomi olmadığımız için pek etkilemiyor. Ama şimdilerde dünyanın yirminci büyük ekonomi olmuşuz ve kriz çok etkileyebilir. Bizim en büyük krizimizin 1929 yılında olan krizdi diyebiliriz. Bir de 1973 yılındaki Ortadoğu petrol ambargosu ile enflasyonla tanışıyoruz ve otuz yıldır kurtulamadık. Türkiye 1984 yılına kadar içine kapalı bir ülke olduğu için dünya krizlerinden fazla etkilenmeyip siyasi krizlerden etkilendi. Bundan dolayı o zaman ki krizlerden ekonomik olarak değil siyasi olarak yaklaşılır. 1994 yılında Çiller döneminde döviz krizi oldu ve halk büyük kayıplar yaşadı. 1998 yılında Rusya’da ortaya çıkan kriz etkiledi bizi. Ama asıl kriz 2001 yılında bize özel en büyük krizdir. Küçülme olarak 2009 krizi fazla olmasına rağmen bu yılın son verileri aralık sonunda alınacağı için asıl sonuçlarına o zaman bakacağız. 

24 Ağustos 2010 Salı

Bağımsız Bir Dış Politika Sarmalı Uluslararası İlişkiler 1




       
            Refah Devleti kavramının ortaya atıldığı günden beri neredeyse tüm ülkelerin yegane amacı büyüme ile güç kazanma olmuştur. Ekonomik artığın oluşturmasından sonra tüm devletlerde görüldüğü üzere birinci önceliği siyasi yönelimler almıştır. Komşu ülkelerle ilişkilerden uluslararası sömürülere kadar giden sürecin en bariz tanımlanması Osmanlı Devletinde Hariciye Nezareti olarak adlandırılan günümüzde ise Dış İşleri Bakanlığınca yürütülen uluslararası işlemler bütünüdür. Küreselleşme olgusunun ağırlığını koymasından itibaren devletler güçlü olsun olmasın kendilerinden kilometrelerce uzaklıkta ki olaylarla ilgilenmek zorunda kalmaktadır. Özellikle her ne kadar gerçekçi durmasa da Medeniyetler Çatışması tezi devletlerarasında ki benzerliklerin (din, mezhep, ırk, tarih…) ilgilenme derecelerinden ve özellikle desteklenen taraf konusuna büyük bir etkiye sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Dünya üzerinde ABD hegemonyası ekonomiden siyasete kadar tüm alanlarda hüküm sürmektedir. Bu hegemonya son yıllarda ağırlığını önemli derecede kaybetse de sonlanması veya bir başka devlet tarafından yerinin alınması yüz yıllarla ifade edilmektedir.

            Türkiye tarihi incelendiği zaman dış ilişkiler konusunda belirli politikalar etrafında hareket ettiği görülmektedir. Gerileme döneminde sığınmacı politikalar değişen devletler bazında yeni Türkiye’ye kadar devam etmiştir. İngiliz korumacılığının sona ermesi bu devletin yerinin Almanya ile doldurulması ile sonuçlanmıştır. Hangi devlete yakınlık sağlanırsa sağlansın Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ından uzak kalması düşünülemezdi. Yeni Türkiye ile dış ilişkiler Osmanlı mirasının bir nevi devamını niteliğinde oldu diyebiliriz. Stalin’in Türk-Rus saldırmazlık Antlaşmasını tek taraflı fes etmesinden ve özellikle Karadeniz üzerindeki tarihi istekleri tekrar dile getirmesinden sonra zayıf ülke konumunda olmamızdan dolayı sığınacak bir liman arayışı içerisine girdik. Gerileyen İngiliz hegemonyasının yerini alan Amerika Birleşik Devletleri rolü gereği bu abilik görevini yerine getirdi. Bazı zamanlar stratejik ortağımızın istemediği manevralar (Kıbrıs barış Harekatı, afyon ekiminin serbestleştirilmesi…)yapsak dahi günümüze kadar politikalarımız pek değişmemiştir. Özellikle Ahmet Davutoğlu’nun Dış İşleri Bakanlığına gelmesinden sonra ise yeniden yapılanma ile birlikte daha bağımsız bir yönetim egemen olmuştur. İşte böyle bir durumda sosyolojik açıdan ülkenin ve dünyanın nasıl yorumlanacağı daha büyük öneme sahiptir. Çünkü herhangi bir kişi veya devlet tarafından çizilmiş bir yolu takip etmek kolaydır. Zor olan ise bağımsız bir şekilde kendi yolunu kendin tarafından şekillendirilmesi veya çizilmesidir. Bu çalışma yolun nasıl çizilebileceği hakkında görüşler içermektedir.

Betimleme:  görünen nesnenin, olayın veya en genel tabiriyle resmin olduğu gibi anlaşılmaya çalışılmasıdır. Üzerinde ayrıntılı düşünülmeden, tarihi arka planına bakılmadan ve sebep- sonuç ilişkisi kurulmadan genel bir yargıya varmadan düşünceler üretmek anlamında kullanılan betimleme günlük haber analizlerinde özellikle çoğunluğun anladığı biçimi ifade eder. Türk milletine yaftalamakta en büyük kusur olarak sunulan “unutkan bir millet” olma burada ortaya çıkmaktadır. Tepkilerin anlık veya olaylara bağlı kalması ve zamanla unutulması hiç şüphesiz betimleme basamağında kalma ile açıklanabilir. Örnek vermek gerekirse Abdullah Öcalan’ın İtalya tarafından ülkemize iade edilmemesinden dolayı uygulanan resmi boykot günümüzde tamamen unutulmuştur. Bunun yanı sıra PKK Terör Örgütü tarafından kullanılan silahların özellikle Rus, İtalyan, Çin menşeili olmasının bilinmesine rağmen aynı şekilde tepkiler günümüzde tamamen ortadan kalmıştır. Bunun yanı sıra Suriye ile PKK konusundan yaşanan anlaşmazlıkların arttığı bir dönemde savaşın eşiğine gelinmesine rağmen günümüzde bu durum tersine büyük bir yakınlaşma ile sonuçlanmıştır. Bu seviyede kalınmasının nedeni ise aşırı güven veya özellikle güven çarpanının yüksek olduğu psikolojik özelliklere sahip olmamızdır.

Açıklama: Betimleme basamağı olayları veya durumları günlük bir dil ile açıklarken ve kısa vadeli bir düşünce sistemine sahipken açıklama kavramsal bir çerçevenin yerleştirilme sürecidir. Sebep- sonuç ilişkisi açıklama basamağının en temel dayanak noktasıdır. Gerçekleşen olayların veya devam etmekte olan durumların tarihsel arka planının incelenmesi ve aynı tarihten gelen etkilerin neleri gerçekleştirdiğini araştırmak ve daha da önemlisi bulmak akademik bir çalışma ile mümkün olabilir. Yığın halk kitlesinden sıyrılarak daha az kişi ve bu daha az kişinin de uzmanlaşmış olması bulguların gerçekliğini temellendirir. Yaşanan bir olay her ne kadar birden bire ortaya çıkmış gibi görülse dahi arka planında etkileyicileri veya diğer bir ifade ile tetikleyicileri her zaman olmuştur. Örneğin, Türkiye’nin başında ki terör belasının ekonomik, sosyal, kültürel ve tarihsel bir arka planı vardır. Ama günümüzde genelde ayrılıkçı bir yapı gibi algılanmakta ve çıkış nedenleri ile var olma nedenleri tam anlamıyla açıklanamamaktadır. Bunun yanı sıra bu terör sorunu 1980’den sonra aksiyona geçtiği için başlangıç noktası o tarihler kabul edilmektedir. Oysa biliniyor ki yapılanma 1980’lerden çok öncelere dayanmaktadır ve sebepleri ise daha karmaşıktır.

Anlama:  Açıklama basamağına bir bütünlük kazandıran anlama boyutu ise hiç şüphesiz sebep-sonuç bağlamını kurmak olacaktır. Bir süreç içinde düşünülen olaylar veya mevcut durumlar mantıklı bir çerçeve içine yerleştirilmiş ve tam anlamıyla hakimiyet sağlanmış olacaktır. Bu basamağa ulaşmak derinlemesine bir bilgi birikimin yanında farklı açılardan bakışı da gerekli kılmaktadır. Gerçeğe ulaşma açısından son derece önemli bir basamak olan anlama, komplo teorisi üretmenin önünde bir engel teşkil etmektedir. Varsayımlar veya küçük ayrıntıların aşırı derecede abartılmasının önüne geçme konusunda son derece etkin çözümler sağlayabilir. Örneğin, Kırgız Halk Devrimi’nin arkasında sadece süper güçler arasında bir ilişkinin var olduğunu söylemek olayları anlayama ile eşdeğerdir. Çünkü yaşanan olayın ve hala devam eden sürecin bir devletin hemen tanıması veya destek vermesi o ülkenin etkin olduğu değil sadece destek verdiğine yorumlanabilir. Bununla birlikte yeni oluşan bir siyasi yapılanma düşman kazanmaktan kaçınmak için elinden gelen her şeyi yapar. Hele ki dünyanın süper gücünü karşısına almayı hiç göze alamayacaktır. Bu duruma en güzel örnek Atatürk’ün Bağımsızlık Savaşının Yunanistan’a karşı verildiğini ve İngiltere gibi süper güçlerle bir hesaplaşma içinde olunmadığını sık sık dile getirmesidir.

Anlamlandırma: Anlamlandırma genel görüşlerin kendi iç görüşü şekline gelmiş halidir. Olayları sebep-sonuç çerçevesinde açıklamak veya bunu bir bütün içinde ifade etmek her zaman tam bir çözüm olmayacaktır. Çünkü bazı nedenler baskın olabilmekteyken bazıları ise daha küçük etkilere sahip olabilmektedir. Bunun kararı ise analizi yapan kişinin bilgi birikimine ve bakış açısına bağlıdır. Her ne kadar nesnelliğin kaybedilmesi gibi görülse de kişi kendi nesnelliğini kendisi oluşturmaktadır. Dünya görüşü şeklinde de ifade edilebilecek anlamlandırma aynı olaydan bambaşka çıkarımlara ulaşabilen analistleri temsil etmektedir. Bazı görüşler aşırı derece gerçekliğini yitirmiş gibi görülmesine rağmen dayanak noktaları sağlam olabilmektedir. Bundan dolayı her anlamlandırma boyutu kendi içinde teorik bir çerçeveye oturmak zorundadır. Örneğin, Suriye’nin Türkiye ile yakınlaşmasının nedenleri bir görüşe göre bölgede İran’ı dengelemek için olduğu söylenirken diğer bir görüşe göre Suriye, Türkiye’yi batıya açılma kapısı olarak görmektedir. Dikkat çeken nokta ise iki görüşünde mantıklı bir çerçevesinin olduğu ve olasılıkların yüksek olmasıdır. Anlamlandırma iki farklı görüşü tek bir olaydan çıkarabilmektedir ve aynı zamanda teorik bir dayanağı vardır.

Yönlendirme: Anlamlandırma basamağından sonra en önemli ve ulaşılması en güç basamak olan yönlendirme basamağı gelmektedir. Teorik çerçeve ile desteklenen görüşlerin sonuçlandırılması ve bu sonuçlara dayalı olayları ve durumlar etkileme yönlendirme basamağını içindedir. Ekonomik siyasal veya kültürel baskınlık bu yönlendirme mekanizması güç ve aynı zamanda hız kazandırmaktadır. Örneğin süper güç ABD’nin beklenti ve istekleri hiç şüphesiz gelişmekte olan bir Afrika ülkesinden daha fazla taraf toplayacaktır. Uluslararası örgütlerde süregelen otokratik yapı şüphesiz gücü elinde bulunduranlar için yönlendirmeyi daha kolay ve basit hale getirmektedir. Değişen dünya ile birlikte daha hızlı bir değişme yaşayan Türkiye yönlendirilen bir ülke değil artık yönlendiren bir ülke durumuna geçmiştir. Özellikle kişisel bazda düşünülürse uzmanlar yönlendirme konusunda daha fazla güce ve etkiye sahiptir. İster istemez olumsuz durumlar ile karşılansa da uzun vadede düzelmeler kalıcı hale gelecektir.

Sonuç: Karşılaşılan durum uluslararası ilişkileri kapsasın veya kapsamasın yukarıda ki sıralamanın takip edilmesi irrasyoneliteden uzaklaşıp rasyonel olamaya yardımcı olacaktır. Mevcut durumların fazlalığı ve analiz sürecinde yaşanan hatalar veya eksikler bu mantık etrafında daha kuramsal bir çerçeve içinde resmedilebilir. Özellikle şovenist, süslü sözler ve komplo teorileri ile akılları karıştırılan bilgisiz genç nesil için araştırmama hastalığı genel bir hal almıştır. Bu gibi teorik çalışmalar ucu beyin yıkamaya kadar gidebilecek durumları engelleyebilir. Diğer yandan dış ilişkiler ile iç durumun veya olayların anlaşılması genel bir halk kitlesine hitap etmelidir ki provokatif eylemlerden uzak durulabilsin. Günü birlik tepkilerin yersizliği ve eksikliğini bertaraf edebilecek bilgi kaynakları elimizin altında dururken uçlara kapılmak kötü sonuçlar doğurmuştur ve doğurmaya devam etmektedir.

Hakan UZUN
Ağustos           2010
Bu yazının fikir babası olan Ahmet DAVUTOĞLU’na yürekten teşekkür ederim.

20 Ağustos 2010 Cuma

İlk Beyin Fırtınası Yorumları




Hikayeye göre bir kar fırtınası olmuş ve yerel nalbur kar küreklerinin fiyatını 15 liradan 20 liraya çıkarmıştır. Sizce bu kabul edilebilir bir davranış mıdır yoksa adaletsiz midir? Hakan UZUN..

Tansel Kabuk: Nalbur kasabada tekelse gayet de olabilir. Onur Gündoğdu: insanların ıhtıyacları oldugu zamn kurumlarda bole artıslar olabılr mesela yazın komur 5 lıraysa kısın 10 lıra olablr bu da ısletmnn karıyla ılgılıdır

Seyit Kul: bu gibi konularda iki sey devreye girer kar amacı gütme mi yoksa vicdan mı derler ya ticaret böyle bişey diye ,bu soruyu calıştıgım şirkette sordum ve ticaretin böyle bisey oldugunu söyleyenler oldu bunun adı bence ticaret degil...FIRSATÇILIK

Mustafa Çayır: talep artmıştır arz da sabit olduğu için fiyatların artması önlenemez bir sonuçtur bence nalburun fiyat belirleme politikasında herhangi gayri ahlaki bir durum yoktur.

Dilan Evren: tabi grafiklerle konusursak arz aynı ve bunla beraber talep artışı yaşandıgında fiat artar .. ancak seyit arkadasımızın dediği biraz daha baskın çıkıyor..çünkü bu talebin oluşma şekline baktıgımızda önceden planmamış bir değişim oldugundan' fırsatçılık ' daha bi kendini gösteriyor...

Mustafa Çayır: fiyatın sabit kalması gerektiğini düşünen arkadaşların düşüncelerine saygı duyuyorum hepsi birbirinden değerli fikirler ancak arkadaşlarıma sadece ve sadece düşüncelerini almak için bir sorum olacak "piyasa koşullarına rağmen düşük fiyatı ttı terketmemekte ısrar etmek kabul edersiniz ki piyasada önce gelenin malı aldığı bir kargaşaya yol açacaktır ve ayrıca nalburdaki stoklar bitince takdir edersiniz ki bir karaborsa oluşacaktır.bu kargaşayı ve karaborsayı fiyat yükseltmeden nasıl engelleyeksiniz?" bu konudaki düşüncelerinizi bekliyorum arkadaşlar, güzide düşüncelerinizden dolayı şimdiden çok teşekkür ederim.

Seyit Kul: mustafa arkadaşımın dedigi dogrudur ama arz talep dengesinin saglanması için yeni fiyat seviyeleri oluşur yani arzın azalmasına karşın fiyatların yükselmesi talep eden kesimin farklı omasına yol açaçaktır bu durumda belirli olan fiyatta alım yapamayan kişileri karaborsaya yönelecektir Belirttigimiz her iki durumda karaborsaya yol acıyor çözüm ise bu gibi konuların daha uzun vadede tahmin edilmesi ve önlemlerin daha erken alınmasıdır.. bu konuya en uygun örnek önemli maçlarda yaşanan bilet sıkıntısıdr teşekkür ederim yorumlarınızı bekliyorum saygılarımla...

Dilan Evren: evet önlemlerin daha erken alınması daha doğru olacaktır ancak şu gerçekte vardır ki satıcılar sattıkları malları zaten bellli bi oranda kar payı koyarak tüketiciye arz eder..bu ticaretin olmassa olmazlarındandır..ancak tüketiciyi olumsuz etkileyecek en küçük bir anda üreticilerin vaye satıcıların zaten kar payı koydukları bu mallara tekrar fiyat artışı ypmaları pek adil değildir..bu zengini daha zengin yaparken,fakiri daha fakir yapmaktır....

EKONOMİK-ANALİZ: Güzel bir beyin fırtınası oldu. Peki diğer görüşler hakkında ne diyoruz...Hakan UZUN...

Onur Gündoğdu: herhangı bır etmene baglı olarak meydana gelen bu gıbı olaylarda ınsanların ıhtıyacları olan mallar zorunlu mallar oldugundan fıyat ne olursa olsun almaları gerekecektır.O yuzden satıcınn boyle bı fıyat artısı yaparak gelır elde etmesı normaldır...

Yıldız Ugurlu: rasyonel bi davranıştır.arz talep meselesi ile açıklamak mümkün ancak ben rasyonel olan bu davranışa daha farklı bi yaklaşımla bakılıp fırtına nedeniyle yolların tıkanması ile satıcının da artan maliyet koşullarını telafi etmeye çalışmasıdır denebilir.bu nedenle satıcının yaptığı her yönden mantıklıdır. tabi bakış açınızı düşünce yapınız da etkileyecektir. örneğin liberal bi bakıış açısıyla kar amacı güden satıcının yaptığı (homo ekonomıcus) tamamen olması grktiği gibidir. ancak keynes bakış açısı ile yaklaşırsanız devlet müdahalesi ile 20 lira ile 15 lira rasında daha makul bi seviyeye çekilmelidir. marksist ekonomiki bakış açısı ile bakarsanız kar küreği ortakl bi maldır özel mülkiyet yoktur. hadi bakalım tüm köy halkı yolları açmaya tek kürekle evet bu durumda küreği kim almak ister ya da kim kapalı yoldan şikayet eder artık :))

Yunus Taş: insafsızlıktır , akut ve kzılayın derhal bölgeye çadır ve kürek göndrmesini gerktrr :D tekelleşmeye devlet müdahelesi şart :D

Bekir Kutluksaman: Durumdan cikar saglamak genelde her insanin dogasinda vardir. Bana gore rant saglamak ahlak ile bagdasmaz.

Umut Kuyumculuk: genellikle ticaret fırsat demektir ama işi karaborsaya getirmek doğru değildir.tabiki lazım olan ne varsa işe yaradığı zaman para eder.nalbur yaz günü insana kar küreği 10 tl fiyat çekse kürekleri satabilir mi acaba ?

Yunus Taş: insafsızlıktır , akut ve kzılayın derhal bölgeye çadır ve kürek göndrmesini gerktrr :D tekelleşmeye devlet müdahelesi şart :D

Devrim Emre Mutlu: Bu kadar teori verdikten sonra sorunun cevabını vermek gerekirse, Eğer yerel nalburda yeteri kadar kürek arzı yoksa küreğe karşı mevcut talebin artması zaten sınırlı arz karşısında fiyatı arttıracaktır. Eğer yeteri kadar kürek arzı varsa, kasabadaki mevcut konjonktür de (Kar fırtınası sonucu tüketicilerin küreğe karşı olan talebin esnekliği düşer ve böylelikle fiyat artışlarına karşı daha az tepki vereceklerdir) tüketiciler için küreğin marjinal faydasının artması, nalburun artan marjinal faydaya karşı daha fazla tüketici rantına sahip olabilmek için malın fiyatını arttırması homo- economicus insan tipiyle bağdaşır. Bunun dışında eğer ki kasabada birden fazla nalbur varsa ve bunlar aralarında anlaşmasız ise (anlaşmasız oligopol türü) fiyatı arttıran nalbur malını satamayacak, aralarında anlaşmalı iseler (anlaşmalı oligopol türü; kartel, tröst) fiyatları tüm nalburlar arttıracak ve tüketici rantlarını paylaşacaklardır. Malların zorunluluk dereceleri arttıkça malların talep esneklikleri düşer. Bu da üreticilerin kar maksimizasyonu altında fiyatları arttırmalarına olanak sağlar. Diğer taraftan talep esnekliği düşen mallara karşı devlette vergi gelirlerinin maksimizasyonu altında ilgili mallara daha yüksek vergi koymalarına olanak sağlayabilmektedir. Vergilemede Ramsey Kuralı denen bu olguyla ilgili yazımızı ilerleyen günlerde paylaşacağız….

Eren Can Fiyatlar arz ve talep dengesine göre belirlenmediği sürece her fiyat değişimi manüpilasyona girer...

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Atatürk'ün Ekonomi Politikası: Ulusal Bağımsızlık ve Ekonomik Bağımsızlık (Prof Dr. Okan H. AKTAN)



1. GİRİŞ

Bu yazıda Atatürk'ün ekonomi politikasının temel ilkeleri ve bu ilkelerin oluşumunu hazırlayan etmenler, bunların arkasında yatan nedenler üzerinde durulacaktır. Aşağıdaki açıklamalardan görüleceği gibi Atatürk'ün ekonomi politikası herhangi bir ideolojik öğretiye dayanmamaktadır. Bunlar, geçmişin gözlemlerinden ve tarihin sentezin-den elde edilmiş özgün fikirlerdir. Atatürk Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş nedenlerini çok iyi analiz etmiş, bu çöküşe katkıda bulunan ekonomik nedenleri doğru teşhis etmiştir. Ortaya konan bir politikanın dayandığı gerekçeler ve hedeflediği amaçlar ne kadar gerçekçi olursa olsun bu politikanın uygulanabilirliğinin sınırlarını ve başarı şansını iç ve dış kısıtlar belirler. Bu nedenle yazının ikinci kısmında Atatürk'ün oluşturduğu ekonomi poli-tikasının uygulamadaki başarısının çok kısa bir değerlendirmesi verilecektir.

2. ATATÜRK'ÜN EKONOMİ POLİTİKASININ TEMELLERİ

Atatürk'ün ekonomi politikasını belirleyen faktörleri anlayabilmek için Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik durumu hatırlamada yarar bu-lunmaktadır. Cumhuriyetin Devraldığı Ekonomik Yapı Cumhuriyetin devraldığı ekonomik yapı asırlardan beri değişmemişti. Nüfusun beşte dördü doğrudan, veya dolaylı olarak tarımla uğraşmaktaydı. Tarımda üretim çok ilkel yön-temlerle gerçekleşmekteydi. Köylüler, çoğunlukla, yetiştirdiklerini kendileri tüketiyordu. Tarımsal ürünlerin pazarlara ulaşmasını sağlayacak ulaşım kanalları mevcut olmadığı için tarım ürünlerinin diğer ürünlerle değişimi çok sınırlıydı. Bu nedenle şehirler gıda gereksi-nimlerini ancak civar bölgelerden karşılıyorlardı.

 Tren yolu az ve mevcut olanlar da kötü durumdaydı. Kara yollarının en iyisi dahi ancak kağnıların geçişine izin veriyordu. Ekonomide iç ve dış ticaretin hemen hemen tamamı azınlıkların elinde bulunuyordu. Sınai üretim el sanatlarından ibaretti. Batılı ülkelerin bir taraftan elde ettikleri kapitülasyon¬lar, diğer taraftan empoze ettikleri serbest ticaret Anadolu'da sanayiin kurulmasını en¬gellemiştir, ve mevcut olanları da öldürmüştür. Türk halkının sınai ürün gereksinimleri ithal yoluyla karşılanıyordu. Bu ithalat ise fındık kuru üzüm, incir, tütün gibi sınırlı sayıda tarım ürünü ve halı gibi bir kaç el sanatı ürününün dış satımı ile karşılanıyordu. Türkiye'de İçişleri Bakanlığı'nın 1934 tarihli raporunda ekonomiye empoze edilen serbest ticaretin etkileri şu şekilede açıkça ortaya konulmaktadır: "Gümrük kapıları ardına kadar açık tutulduğu dönemde 

Avru¬pa'dan ithal edilen ipekli kumaşlar Bilecik dutluklarının harab ol¬masına neden oldu. 1821'de 600 adet el tezgahına sahip bulu¬nan Üsküdar'da 40 tezgah kaldı. Aynı şekilde 1812'de 3000 tez¬gah bulunan Tırnova'da tezgah adedi 1000'e indi. Mensucat (dokuma) sanayiinin çöküşü diğer sanayi dallarını da etkiledi. Memlekette sanayinin bir gün tekrar canlanacağı ümidi hemen hemen yok gibiydi." Bütün bu olumsuz yapıya ek olarak Anadolu topraklan savaşlardan büyük hasar gör-müştü. Tarım alanları İtalyan, Fransız ve Yunan istilası sonucunda, ve kurtuluş savaşında büyük hasar görmüştü. Lozan Anlaşmasından sonra Yunanistan ile Türkiye arasında yapılan nüfus değişimi Anadoluda bir çok el sanatı, sanayi ve ticaretin olumsuz bir şekilde etkilen-mesine, hatta yok olmasına neden oldu. 1926 yılına kadar Türkiye'yi terkeden ve tüccar, es-naf ve zanaatkarlardan oluşan 1.3 milyon Yunanlıya karşılık Batı Trakya'dan gelen 400 bin Türk temelde çiftçiydi. Anadolu tarımı bunları ancak güçlükle absorbe edebildi. Atatürk'ün ekonomi politikası üzerindeki görüşleri Atatürk, ekonomi politikası üzerindeki görüşlerini çok net bir şekilde İzmir İktisat Kongresi'nin açılış konuşmasında belirtmiştir . Bu konuşma, zamanın çok ötesinde görüşler taşımasının yanı sıra, daha Cumhuriyeti ilan etmeden, Atatürk'ün 17 Şubat 1923 tarihinde böyle bir kongreyi toplaması başlı başına önem taşımaktadır. Aynı zamanda, Atatürk, İzmir Kongresini topladığı zaman Lozan Konferansı devam ediyordu ve istilacı ülkelerle banş yapılmamıştı. Atatürk ekonomi politikasını iki kavram üzerine oturtmuştur: Tam bağımsızlık ve ulusallık. Bu politikalar, uygulamada kaldığı süre içinde, ulusal ve uluslararası konjonk-türdeki değişmelere göre şekillenmiş ve gelişmiştir, fakat bu iki ilkeden hiç bir zamar. ödün verilmemiştir.

 Bu kavramları ele almadan önce Atatürk'ün ekonominin önemi konusundaki görüşlerine yer vermek istiyorum. Ekonominin önemi Atatürk, ekonominin önemini şu sözlerle açıklamaktadır: "Bir milletin doğrudan doğruya yaşantısı ile ilgili olan, o milletin ekonomik durumudur. Tarihin ve tecrübenin süzgecinden arta kalan bu hakikat, bizim milli yaşantımızda ve milli tarihimizde, tamamen kendisini göstermiştir. Gerçekten de Türk tarihi ince¬lenecek olursa, gerileme ve yıkılma nedenlerinin, ekonomik problemlerden başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır." Ulusal politikanın önemi Atatürk, o güne kadar ekonomimize gereken önemi vermediğimizi, bunun nedeninin ise Osmanlı İmparatorluğu'unun ulusal bir yönetime sahip olmamasına bağlamaktadır. "Osmanlı tarihinde bütün çabalar ve bütün çalışmalar milletin arzusu, emelleri ve gerçek ihtiyaçları gözönünde bulundurularak değil, şunun bunun kişisel hırslarını, emellerini yerine getirme yönünde yapılmıştır". Atatürk, bu durumdan kurtulmının yolunun ekonomik ve politik alanlarda kararlarını ulusun kendisinin vermesinde görmektedir. Bu nedenle iktisat kongresinde alınacak karar-ların, temsilcileri yoluyla, halk tarafından alınmasını gerekli görmüştür. General Kazım Karabekir başkanlığında toplanan kongreye bütün illerden tüccar, sanayici, esnaf, çiftçi ve işçi temsilcilerinden oluşan 1135 temsilci katıldı. Burada da Sivas ve Erzurum Kon¬grelerinde olduğu gibi ulusun geleceğinin halk tarafından belirlenmesi ilkesi temel alınmıştı. Bağımsızlık Aynı konuşmada Atatürk, ekonomik bağımsızlık olmadan politik bağımsızlılığın gerçekleşemiyeceğini şu sözlerle ifade etmektedir: Tam bağımsızlık için şu prensip vardır: Milli Egemenlik, Ekono¬mik Egemenlikle pekiştirilmelidir.... Siyasi ve askeri zaferler, ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmaz¬larsa kazanılacak başarılar yaşamayaz, az zamanda söner." Emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık savaşının tarihteki ilk örneği olan Kurtuluş Savaşını büyük bir zaferle sonuçlandıran Atatürk, bu başarıyı Lozan'da kolayca tescil et-tireceğini beklerken emperyalist ülkelerin, İngilizlerin önderliğinde, ekonomide sömürüleri-ni devam ettirmeye yönelik direnme ve baskılan ile karşılaştı. 

Bu gelişmelerin Atatürk'ün oluşturacağı politikalann belirginleşmesine katkısı olduğu kesindir. Bu bağlamda İsmet Paşa ile Lord Curzon arasında geçen konuşma ilginçtir. İ.İnönü, hatıralarında, Lozan kon¬feransı sırasında bir gece Lord Curzon ve Amerika murahhası Mr. Chaild ile aralannda geçen konuşmayı şu şekilde aktarmaktadır (İnönü (1998) s.130): Lord Curzon bana dedi ki: "Konferanstan bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmaya¬cağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyor¬sunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz?

 Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var bir de bu yanımdakinde. Unutmayın, ne reddeder¬seniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlar¬dan mı?" Ben evet dedim. Curzon sözlerine devam etti: "Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden alacaksınız. Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çök¬tüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz." Bu konuşma emperyalist ülkelerin niyetlerini açıkça gösteriyor: 'Evet, bize karşı bir zafer kazandınız, fakat ulusal (ekonomik ve politik) bağımsızlılığınız için gerekli bütün koşullan sağlamanız bizim çıkarlarınızla uyuşmaz. Eğer bunda direnecekseniz bunun be-delini ilerde size ödetiriz. Harab olmuş ülkenizin iman için bize muhtaç olacaksınız. Bizden alacağınız yardımın karşılığı ekonomik ve politik tavizler olacaktır'.

 Nitekim Lozan kon-feransında müttefikler, Türkiye'nin gümrük tarifelerini yükseltme hakkını 1929 yılına kadar ertelemiştir. Atatürk, emperyalistlerin Osmanlı İmparatorluğuna empoze ettlikleri kapitülasyon'lann ülkeyi sömürge durumuna getirdiğini İktisat Kongresinde şu sözlerle an-latmaktadır. "Bir devlet ki kendi uyruğundaki halka koyduğu vergiyi ya¬bancılara uygulayamaz; bir devlet ki kendi gümrük resimleri ve her türlü vergi işlemlerini düzenleme hakkından alıkonulur; bir devlet ki kendi kanunlarına göre yargı hakkını yabancılara uygu¬layabilmekten yoksundur; o devlete bağımsız denilemez. Devletin ve milletin yaşantısına yapılan karışmalar, bundan da¬ha da fazladır. Milletin ekonomik ihtiyaçlarından olan, örneğin demiryolu inşaatı, örneğin fabrika yapmak gibi konularda devlet serbest değildi. Böylece birşeye başlanmak istendiğinde, herne olursa olsun, yabancılar işe karışırdı. Yaşantısını sağlama yeteneğinden yoksun olan bir devlet, bağımsız olabilir mi?"

3. UYGULAMADA EKONOMİ POLİTİKASI